Hep Hukukun üstünlüğünü savunmuş ve Türkiye'nin kalkınması için tek şartın hukukun üstünlüğü ve bağımsız yargıdan bahsetmiştim.
Seçim sonrası oluşan yeni kabinenin, Türkiye’nin meselelerini kendine dert edinen herkesi heyecanlandırdığını, dahası umutlandırdığını bu köşede tekrar tekrar dile getirmiş ve bu heyecanı paylaşmıştık.
Çünkü bu kabine Mehmet Şimşek, Hakan Fidan ve Cevdet Yılmaz başta olmak üzere mevcut AK Parti yapısı içinden çıkabilecek en makul kabineydi.
Çünkü Mehmet Şimşek ekonomide rasyonaliteye dönmeyi, Hakan Fidan ise Türkiye’nin dış politikada yeniden diplomatik akla dönme umudunu temsil eden isimlerdi. Bu yüzden de makul insanlar nezdinde beklenti doğal olarak yüksekti. Dış politikanın kendine has özelliği olması dolayısıyla Fidan’ın daha şanslı olduğu muhakkak..
Ancak Mehmet Şimşek’in aynı şekilde şanslı olduğunu söylemek ne yazık ki pek mümkün değil. Zira irrasyonel politikalar ve ‘özel ekonomi fantezileri’ yüzünden ekonomide kaleler öylesine yıkılmış durumda ki enflasyonu dizginlemek de, dövizin ateşini düşürmek de, Türkiye’yi yabancı yatırımcı için cazip hale getirmek de, Batı’dan finansal kaynak temin etmek de öyle sihirli bir değnekle halledilecek gibi değil. Ayrıca böyle bir sihirli değnek de icat edilmedi henüz…
Evet Mehmet Şimşek ekonominin başına gelebilecek en doğru isimdi. Ama yanlış bir zamanda ve yanlış bir sistemde geldi, Şimşek’in esas talihsizliği bu…
Bir kere ekonomi başta olmak üzere Türkiye’nin kronikleşmiş temel meselelerine Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin mantığı içinde çözüm bulmaya bu sistemin ruhu müsait değil. Çünkü her şeyin tek merkezde, tek kişide toplandığı bir sistemde denge-denetleme prensipleri gözardı edildiği ve de kurumlar işlemez hale için kendi meselelerine vakıf liyakatli bakanlar ve kadrolar istese bile çözüm üretebilmeleri mümkün değildir.
Nitekim Mehmet Şimşek bakanlığa geldiği günden bu yana yoğun bir çaba sarf ediyor, ancak şu ana kadar toplumun hafızasında kalan en önemli iki icraatı var, vergi artışları ve körfez ülkelerine yapılan para bulma turları… Herhalde ekonomik krizden ve zamlardan canı yanan dar gelirlilerin beklediği icraatlar bunlar değildi. Zira Şimşek gelmeden önce Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Nurettin Nebati de aynı şeyleri yapıyordu, yani Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’dan borç para buluyorlardı.
Peki şimdi ne değişti ki…
Bakan Şimşek neredeyse her gün Körfezden gelecek paraların müjdesini veriyor ve diyor ki: “Körfez ülkelerinden temin edeceğimiz finansmanla ihracatçımızın finansmana erişim sorununu büyük ölçüde çözmüş olacağız.” Yani Nebati formülüne devam…
Hakkaniyetli olmak gerekirse elbette Şimşek de kapsamlı bir program hazırlığı yapmaktadır. Nitekim Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada ekonomide Orta Vadeli Program hazırlıkları yapıldığını ve kısa süre içinde açıklanacağını söyledi. Kuşkusuz bu programla içerinin, özellikle de dış dünyanın kaygılarını giderecek ve Türkiye’nin yatırım için neden ‘güvenilir’ ülke olduğunu gösterecek bir yol haritası sunulacaktır. Bu ekonomi ekibi bunu yapabilecek birikime ve liyakate sahiptir.
Ama ekonomideki yangını söndürmek için tek çözüm yolu, Arap ülkelerinden para bulmaktan ibaret değil ki... Hatta dönemsel olarak Avrupa’dan finans temin etmek bile değil.
Esas olan, rasyonalitenin sadece güzel sözlerle sınırlı kalmadığı, ekonomik imkanların dar çıkar havuzu içinde paylaşılmadığı yeni bir ekonomi planlamasıyla birlikte güven telkin eden bir hukukun var olduğu, yargının bağımsız ve tarafsız işlediği bir Türkiye fotoğrafını hayata geçirebilmektir.
İşte Türkiye’nin esas sorunu da bu noktada başlıyor. Çünkü Türkiye özellikle son beş yılda gerek içeride, gerekse dış dünyada inanılmaz bir güven kaybına uğradı. Bir kere, bugün finansman ve yatırım beklediğimiz Avrupa başta olmak üzere neredeyse bütün dünyaya parmak salladık, ekonomik ve siyasi ilişkilerimizi yerle bir ettik. Kısacası dostlarımızın sayısı azaltıp, düşmanlarımızı çoğalttık. Doğal olarak şimdi bir tamir sürecindeyiz ama hiç kolay olmayacak.
Çünkü, halen anayasamızda var olan demokratik hakların kullanılmasına bile izin vermediğimiz, 2004 yılında yaptığımız anayasa değişikliği ile iç hukukumuzun bir parçası haline getirdiğimiz AİHM kararlarını yok saydığımız için kimse bizi bir hukuk devleti olarak görmüyor.
Demokratik dünya dahil kimse Türkiye’de özgürlüklerin sağlıklı işlediğine inanmıyor. Bütün parlak sözlere rağmen, yargının üzerindeki siyaset gölgesi bütün inandırıcılığımızı yok ediyor.
İtiraf etmek hepimize zor gelse de böyle bir Türkiye fotoğrafına Arap