Özgürlük Allah tarafından insanlara verdiği en önemli unsurdur.
Cenab-ı Allahın yarattığı en nadide ve en kıymetli varlık olan İnsan;
yaradılışından bu yana hep özgürlüğü için mücadele etmiştir.
Yaşadığımız yüzyıldan geriye doğru baktığımızda özgürlük kavramının dünyanın en
etkileyici kavramlarından birisi olduğunu görürüz.
Ancak tarihsel süreç içinde özgürlük kavramı üzerinde bir görüş birliğinin olmadığını
da belirtmek gerekiyor. Gerek özgürlüğün göreceli bir kavram oluşu ve bireylerin
algısına göre değişebilir oluşu ve gerekse toplumların sahip oldukları kültüre göre
değişkenlik arz etmesi dolayısıyla da ortaya farklı felsefî tanımlar, özgürlüğün çeşitli
türleri arasında bazı ayırımlar ortaya çıkmıştır.
Özgürlüğün ahlakî bir erdem olduğu ortak paydasındaki tanımları çoğaltmak elbette
mümkündür. Mesela İslam filozoflarından İbn Rüşd, Platon’un Cumhuriyet’i ile ilgili
yaptığı açıklamalarda, onun görüşünü, ‘her insan özgür birey olduğuna inanmalıdır’
şeklinde anlamıştır. İbn Rüşd’ün, Platon’a izafe ettiği sözü, ‘her insan özgür birey
olduğuna inanmalıdır’ önermesi olarak alması, onun bireyin özgürlüğü sorununa en
temelde bakışını göstermesi bakımından son derece önemlidir. Bu önermeyi, başka
bir ifadeyle ‘özgürlük, ona inanmakla başlar’ şeklinde anlamak da mümkündür.” (1)
Biliyoruz ki İslam’ın muhatabı özgür bireydir, çünkü Kur’an’ın önerdiği hakikatleri
ancak özgür iradeye sahip bireyler değerlendirebilir. Allah iyiyi ve kötüyü tarif etmiş,
seçimi akıl ve irade sahibi insana bırakmıştır. Zaten dünyanın bir imtihan yeri
olmasının hikmeti de budur. Dolayısıyla hiçbir sorgulamaya tabi tutmadan, her şeyi
sadece ‘itaat’ kavramı üzerinden izah etmeye çalışan bireylerin özgür olması
mümkün değildir.
Fransız felsefeci Frederic Gros “İtaat Etmemek” (2)
kitabında Dostoyevski’nin Karamozof Kardeşler romanının kahramanı İvan’ın, Hz.
İsa’nın sembolik olarak yeniden dönüşünü anlatan şiiri üzerinden ‘itaat’ kavramıyla
ilgili ilginç değerlendirmelerde bulunuyor.
İvan’ın hikayesine göre, dünyaya geri dönen Hz. İsa’ya şeytan üç teklifte bulunur.
Kitaptaki anlatıma göre, şeytan uzun bir oruç sürecinden sonra çölde zayıf düşmüş
İsa’nın karşısına çıkar ve ondan önündeki taşları ekmeğe çevirmesini ister.
Hz. İsa şöyle cevap verir:
“Hayır, insan yalnız ekmekle yaşamaz” Sonra şeytan İsa’yı tapınağın tepesine
çıkararak kendini o yükseklikten aşağı bırakmasını ister. Çünkü meleklerin,
düşmesini engellemek için onu taşıyacakları yazılıdır. Böylece İsa, olduğunu
söylediği kişi olduğunu kanıtlayacaktır. İsa buna da karşı çıkar: “Hayır, ‘Tanrı Rab’bi
denemeyeceksin’ diye yazılmıştır.” Sonunda onu göz alabildiğine tepeleri ve
yaylaları kapsayan çok yüksek bir dağa çıkaran şeytan, dünyanın bütün krallıklarını
önüne serdikten sonra kendisine bir kez tapınırsa ona bütün bu gücü bahşedeceğini
söyler. İsa ona şöyle cevap verir: “Hayır çekil git şeytan! ‘Tanrım Rab’be tapacak,
yalnız O’na kulluk edeceksin’ diye yazılmıştır.”
İşte bu üç reddedişle Hz. İsa, köle bir topluma hükmetmek istemediğini göstermiştir.
Çünkü ona özgür insanlar gereklidir. Çok açıktır ki Hz. İsa, güzelliklerin
bölüştürülmesinde Adaletin efendisi, herkes için mutlak ve nesnel doğrulamayla
kanıtlanmış bir gerçeğin efendisi ve insanları boyunduruk altına alıp bir araya getiren
‘gücün efendisi’ olmayı reddeder. Sonuç olarak İsa, itaati oluşturmak istemez. O
insanlık onurunun bir parçası olan özgürlüğü istemekte ve beklemektedir.
Kuşkusuz Vera’nın şiirindeki bu anlatım sembolik bir anlatımdır. Esas itibariyle bizim
anlamamız gereken, Allah’ın ‘eşrefi mahlukat’ olarak yarattığı akıl ve irade sahibi
insanın kararlarını kendi özgür iradesiyle vermesidir.
Maalesef yüzyıllar içinde şekillenen gelenekler ve despotik yönetimlerin oluşturduğu
‘itaat kültürü’, Allah’ın özgür bireyler olarak yarattığı insanları sadece itaat eden
sürülere dönüştürmüştür.
Bu yüzden de özellikle Müslüman toplumların başına geçen despotik yöneticiler,
‘itaat’ etmeyi dinin bir vecibesi gibi sunarak hem kendi iktidarlarını garanti altına
almışlar hem de yüzyıllar içinde Müslümanların geri kalış hikayesinin taşlarını
döşemişlerdir.
Ne hazindir ki bugünkü Müslüman toplumlar da bu ‘itaat döngüsü’nün kurbanı olmaya
devam etmektedirler.
Ne yazık ki bugün Türkiye’de yaşanan manzara da bundan çok farklı değildir.
Dünün İslam toplumlarında sultanlar, padişahlar, krallar “Devleti yöneten sultana
itaat etmez, onu sorgulayıp eleştirirseniz devletin bekası tehlikeye girer” diyerek
Müslüman bireylerin özgür iradelerini ipotek altına almışlarsa,
bugün de Türkiye’yi yönetenler, “Eğer biz kaybedersek din elden gider, camiler
kapanır, ezanlar susar, bayrak iner” benzeri hamasi söylemlerle dindar insanları
susturmaya devam ediyorlar.
Bu gibi söylem ve eylemler hep kaybettirmiştir.